Hikaye bu ya; bir gece koca bir krallığın tek ve çok kıymetli olan genç prensesi, çok güvendiği yardımcısının desteğiyle, saraydan kaçmayı başarmış.
Yolları eze eze, pelerinini savura savura, ne acele ne yavaş
Hissetmek için havayı suyu, ve ağaçların yaprakları arasında dalgalanan rüzgarı
Bakarak ve görerek yürümek isterdim hep.
O bir gün, bu gün oldu.
Ben ölüyorum, ve ben doğuyorum
Her şeyin aynı zamanda olması ne tuhaf, ne kadar doğru
Peki bu sancı ölüm mü yoksa doğum sancısı mı?
Bilmiyorum, ama hem acıyı hem de huzuru buluyorum,
İkisi de yan yana, karşı karşıya, ne tuhaf.
Düşüyorum, ve uçuyorum.
Düşmek ölmek, ölmek doğmak, doğmak da uçmak demekse
Ben yaşıyor muyum?
Evet hayır sorusu değil bu yaşama sorulan soru
Derin bir cevap bulma arzusuyla sorulur bu soru.
Çam ağaçlarının ince yaprakları diken gibi batıyor toprağa
Kozalakları hayat veriyor yeni fidanlara
Nehir dövüyor toprağı ve kayaları
Ağaçlar köklerini salıyor suyun derinlerine
Her şey gelişiyor, büyüyor, ölüyor ve yenden doğuyor
Ben de yanı sıra akıyorum içlerine.
Artık ne varım ne de yok,
Olmamı istedikleri şeyin yokluğu
Ve kendi bilinmezliğimin varlığıyım.
… İşte kralın hikayesi böyle hüzünlü bitmiş. O günden beri o ormanın kalbinde bir bekçi nöbet tutarmış. Ama bu bekçiyi sadece prensesi arayanlar görebilirmiş. Bekçiyi gördüklerini göstermek için de ormanın kalbi olan çam ağacının dibine bir parça ekmek bırakırlarmış. Kuşlar o ekmekleri alır, yavrularına götürürmüş. Yavrular büyüdüğünde prensesin hayaliyle o ormanı gezer dururmuş. Ama prenses, sanki hiç var olmamış gibi kayıp olmuş.
Evla / Antalya